18 Ekim 2018 Perşembe

Şia da imamet iman nedir? İnanmayanın durumu!




Şiada imamet anlayışı imanın esaslarından sayılmış bir husustur. Muteber saydıkları bütün kitaplarında bu mevcuttur. Bu inanca göre İmamlık; inanç temellerinden ve İslam'ın rükünlerinden bir temeldir. İmamlara (mutlak) itaat şarttır. Zira onlara itaat, Allah (cc)'a itaat; isyan Allah (cc)'a isyan demektir.    İmamlar, Allah'ın kulları üzerinde hüccetleri ve şahitleridir. İnsanları doğru yola sevk eden, Allah'ın ilminin hazineleri, yeryüzünde Allah'ın halifeleri ve O'na giden kapılarıdır. Allah'ın nurları, yeryüzünün direkleridir. İlimleri derin ve köklüdür. İnsanların muhtaç oldukları her şeyi bilirler! İmamları inkar edenler, Allah'ı ve Peygamber'i inkar etmiş sayılırlar. Allah'ı, Peygamber'ini ve bütün imamlarla zamanın imamını tanımayan bir kimse mü'min olamaz. İmamları sevmek iman; onlardan nefret etmek ise, küfürdür!. İmamların emirleri, Allah'ın emri; yasakları da, Allah'ın yasaklarıdır. Namaz, oruç, hac, zekât ve cihat gibi farzlar ancak imamla tamam olur. Yeryüzü, gizli veya açık bir imamdan mahrum olamaz. İmamları; Enbiyaların ve resullerin mertebesinin üstünde, masum, kâinatı yöneten, ne zaman öleceklerini bilen, ölümleri onların ihtiyarına bağlı kişilerdir. Meleklere ve Peygamberlere çıkarılan bütün ilimleri, olmuş ve olacak şeyleri, istedikleri her şeyi bilirler. Melekler imamlara haber getirirler. Kur'an-ı Kerim'de ki "ayat, sadikun, ehlü'z-zikir, ulu'l elbab, rasihun, sabikun bil hayrat, ekvam, nimet" kelimeleriyle "İMAMLAR" Murad olunmuştur. (Kuleyni)   Şianın imamet anlayışında imamlara yüklenen anlam  bizdeki tarikat mensuplarının şeyhlerine yükledikleri anlamla bire bir paralellik taşırlar.

Şia'ya göre, Allah katından hakkı getiren imamların sözleri, Allah'ın sözleri; emirleri, Allah'ın emirleri; taatları, Allah'ın taatları ve günahları da Allah'ın günahı sayılacağından imamların günah işlemeleri imkânsızdır. İmamlar mukaddestirler. "Arzın rüknü, Allah'ın yeryüzünde üstün hüccetidirler". "İmamlık dinin esası, Müslümanların düzeni, dünyanın dirliği, müminlerin şerefidir"'. İmamın veliliğine inanmak, dinin temelidir. Velayeti kabul etmeden dinin öteki esasları tamamlanmaz(Kadı Said Kuınmi, Esraru'l-İbadat, s. 2 "İmamları sevmek imaıı, onlara buğzetmek küfürdür" (al-Kafi, i. 188).. Hz. Peygagamber, ahirete göçerken bütün ilmini Hz. Ali'ye bırakmış, o da İmam Hasan'a, o da İmam Hüseyin'e bırakmış, ta on ikinci imama varıncaya kadar bu ilim böyle babadan oğula tevarüs edilmiştir. On ikinci imarnın kaybolması ile bu ilim, şi'a bilginlerine intikal etmiştir(Dr. Ruşdl Muhammed Arsan Alyan, al-Akl İnde'ş-ŞIlIti'I-İmamiyye, s. 55-57. Bağdad,1393{1973) İmamların Allah ile ruhsal bağlantıları vardır. İmam bilgisini, öteki müetehidler gibi gözlem ve istidIal yoliyle almaz; ya peygamberden, ya kendinden önceki imamdan veya ilham yoliyle alır Hüccet olmak bakımından peygamberin söziyle imamların sözü arasında bir ayırım yoktur. Çünkü ikisi de Allah'tan alıp duyurmakta, Allah'ın hükümlerini açıklamaktadır. Müslümanların, imamın sözüne uymalrı vacibdir. İmamı reddetmek, Allah'ı reddetmek demektir ki şirke yakındır. Gerçi peygamber vahiy, imam ilham alır ama imamın, kasden ve yamlarak hatadan masum olması, aradaki farkı ortadan kaldırır İmam dinin tatbikçisidir. Ca'fer-i Sadık'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Allah peygamberini en güzel terbiye ve en üstün akılla yarattı. Onu en güzel bir biçimde yetiştirdi, "Affı al, iyiliği emret, cahillerden yiiz
çevir' dedi. Onu övüp "Sen büyük ahıak üzerindesin' buyurdu. Dini ve
dinin tatbikini ona bırakıp "Resulün size verdiğini alın, Resulün sizi
yasakladığı şeyden sakının"ıo, "Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiştir"ı dedi. Allah dinini peygamberine bıraktı. İnsanlar onu inkar ederken siz onu kabul ettiniz. Valiahi biz konuştuğumuz zaman konuşmanızı, sustuğumuz zaman susmanızı isteriz. Biz sizinle Allah arasındayız. Allah, bize karşı gelen kimseye hayır vermemiştir." Peygamber ve imam, ancak halkın yararına olanı emreder. Peygamberin ve imarnın kalbine, Allah'ın iradesine ayklTl, ümmetin yararına zıd bİr şey gelmez. Allah, bazı işlerin tayinini peygamberin ve imamın
oyuna bırakır. Farz rek'atlerin sayısı, nafile namaz ve orucun tayini gibi. Hükümlerin açıklanmasını, fetvayı, Kur'an ayetlerinin tcfsir ve, te'vilini de onlara bırakmıştır. Onlar uygun görürlerse açıklarlar, uygun görmezlerse susarlar. Takiyye gereğine, hal ve yarara göre hareket ederler. al-Kuleyni, aynı ayetin anlamını soran üç kişiye, Sadık'ın
ayrı ayrı ccvaplar verdiğini, bu durumun ya takiyyeden veya tafviz'den ileri geldiğini söylüyor). İmam, bir olayda şeriatın zahiriyle amel edebileceği gibi zahiri terk edip kendi re'yine görc de hükmedebilir. Nitekim Kehif kıssasında Musa'nın arkadaşı ve Zu'l-Karneyn böyleyapmıştı

Bu hususlar kendi kaynaklarından örneklendirmeye devam edersek;

Bir hadisilerinde:” İmamlar Allah’a gelinen kapıların ta kendileridir. Eğer Onlar (imamlar) olmasaydı Allah bilinemezdi. Allah Onlarla yarattığı kullarının hüccetini ikame etmiştir.”( el-Kafi: 193 / 1)
Eğer Allah imamlar olmadan tanınamazsa kulların hüccetinin ikame olması da onlar sayesinde oluyorsa o halde peygamberlere ne gerek vardı?!
“el-Kafi” de Ebu Abdullah (a.s)’dan şöyle dediği rivayet ediliyor: “Ali (a.s)’ın getirdiğini alır, nehyettiğinden de sakınırım. O’nun üstünlüğünde Muhammed (s.a.v) üstünlüğü vardır. Verdiği hükümler de Ali (a.s)’i takip edenler, Allah’a ve Rasulüne uyup takip edenler gibidir.
İmamların bilgisi ve gücünü gösteren bir başka hadisleri;
“Ben cennet ve cehennem arasında taşanları taksim ederim. Ben en büyük Faruk (ayırıcıyım). Ben Musa’nın asasının sahibiyim. Muhammed (s.a.v)’i melekler, ruh ve peygamberler nasıl kabul ve ikrar etmişlerse beni de kabul ve ikrar eylediler. Muhammed (s.a.v)’ e yüklenilen ilahi yük rabbani sorumluluk bana da yüklenmiştir. Bana, daha önce kimsede bulunmayan özellikler verildi. Ben bela ve musibetleri bilirim. Nesepleri ve son kesin sözü bilirim. Benden öncekilerden hiçbir şeyi bana uzak ve gizli kalmadı, hepsini bildim. Gaybın bilgileri benden uzak değildir. Allah’ın izni ile müjdeliyorum O’nun adına yapıyorum. Hepsi Allah’tandır. İlmi ile bu konuda bana güç ve imkan verdi.”( el-Kafi Bu hadisin çokbenzer“el-Mufaddal b. Ömer’den rivayetle yine (Kuleyni, Kafi, c.1, s.197) de yer almaktadır.
Şianın kolu Nusayriler ve Bâtınilerin Hz. Ali yi (r.a) nın hâşâ Allah’ın ta kendisini olduğunu takiye yapmadan söylemişlerdir!
Fakat Şia ise; onu (imamların ilahlığını) Nusayriler gibi acık bir lisan ile değil de dolaylı yönden söylemişlerdir. Bu söylemi teyit eder bir görüş sergileyen“İran Şii devrim lideri, Ayetullahları ve Hüccetleri olan Humeyni “el-Hukumetu’l İslamiyye” adında ki meşhur kitabında diyor ki: “İmam için övülmüş bir makam vardır(Tıpkı Allah’ın sadece Muhammed (s.a.v)’e has kıldığı övülmüş makam (makamu’l Mahmud) gibi!) âlemin hükümranlığı, kâinatın tüm zerreleriyle imamların vilayetine ve egemenliğine boyun eğer. Mezhebimizin inanç gereklerinden bir tanesi de; imamlarımızın bir makama sahip olması ve o makama ne yaklaştırılmış meleklerin ne de resullerin, nebilerin ulaşamamasıdır.

İmamlarla ilgili bir başka hadisleri; Peygamber (s.a.v) ve İmamlar (a.s) bu âlemin yaratılışından önce birer nurdular ve Allah onlara kendisini Allah’tan başka kimsenin bilmediği bir menzile ve yakınlığa yerleştirdi. İmamlarımızdan (a.s) rivayet olunuyor ki: “Bizim Allah ile aramızda bazı özel haller vardır, ona ne yakınlaştırılmış melekler ne de resuller, peygamberler ulaşır” aynı şekilde Fatıma el-Zehra (a.s)’da böyle bir menzile sahiptir...”( el-Hukumetu’l İslamiyye: Sayfa: 52)
“Ve biz inanıyoruz ki, imamların emir ve işleri diğerlerininkinden farklıdır. Biz mezhebimiz gereği inanıyoruz ki, imamlarımızdan gelen her emir ve iş vefatlarından sonra bile yapılması gerekip, bilakis o işlere ve emirlere tabi olmak vaciptir!”( el-Hukumetu’l İslamiyye: Sayfa: 90)

Kuleyni, kitabında, “ Yeryüzünün Tamamı İmamlara Aittir” başlığı altında Ebu Abdillah’tan şu rivayette bulunur: “Dünya ve ahiret imama aittir; dilediğine verir, dilediğini de vermez.”( Kuleyni, el-Kafi, c.1, s.492)
Şia inancı, imamların vahiy aldığını da iddia etmekte, refarans olarak kuran dışı kitaplara tabi olunmayı da emretmektedir. İşte kendi kaynaklarındaki delili; “
“... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Hükmettiğiniz zaman ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki:” Allah’ın hükmüyle ve Davud’un hükmüyle, hakkında her hangi bir şey bilmediğimiz bir şey karşımıza çıktığı zaman, buna ilişkin hükmü, Rûhul Kudüs’ten alırız. “ (Usul-u Kâfi sh 597 H.1036.)
“... Ammar es-Sabbati şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “İmamların konumu nedir?” “İmamların konumu, Zulkarneyn’in, Yuşa’nın ve Süleyman’ın arkadaşı Asef’in konumu gibidir.” dedi. Dedim ki: “Ne ile hükmedersiniz?” Buyurdu ki: “Allah’ın hükmüyle, Davud soyunun hükmüyle ve Muhammed (sallallahu aleyhi ve âlihi)’nin hükmüyle... Bunları Rûhul Kudüs bize bildirir... “ (Usul-u Kâfi sh 597 H.1037.)
Yine Kuleyni, vahiy ve imâm konusunda îmam Ali Rıza'dan şunları nakletmektedir: " îmamın kendine de vahiy gelir. Söyleneni işitir, fakat konuşanı görmez." (el-Kafi, sh:82)
Muhammed Bakır'dan da "îmamlar bir şeyi bilmek istediklerinde, Allah'ın sadece onlara bildireceğini ve imamların ölecek zamanı bildiklerini, yalnız kendi istekleriyle öleceklerini ve onlara hiçbir şeyin gizli olmadığını," söylerler. (el-Kafi, sh:96-126
Şiacılar imamlarının diğer peygamberlerin hepsinden üstün olduklarına inanırlar ve bununla ilgili bir hadisleri; el-Meclisî, Mir’âtu’l-Ukûl adlı kitabında: “Şüphesiz onlar Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dısında bütün peygamberlerden serefli ve üstündürler” demistir.( el-Meclisî, Mir’âtu’l-Ukûl Fî Serhi Ahbâri Âli’r-Rasûl (2/290).
"Kuleyni, . . . .İmam M. Bakır'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ali'nin veli ve imam olduğunu, diğer hidayete ermiş imamlara da uymayı ve onların düşmanlarından uzak olarak Allah'a yakın olmayı, tasdik etmektir. Şüphesiz imamsız olan bir kimse yolunu şaşırmış, sapıtmış olur. Bu durumda kalırsa "kafir" gibi ölmüş olur! (Kafi, sh :84- 86) Şia imamları hakkında o kadar aşırı inançlar üretmişlerdir ki haşa nerdeyse onların pislikleri bile kutsaldır. Şifa kaynağıdır. İşte bunu teyit eden görüşleri
Şia’nın Ayetullah’ı ve hücceti olan Molla Zeynel Abidin el-Kelbeykani “Envaru’l Vilaye” isimli eserinde diyor ki: “Masumların idrarlarında, kanlarında, dışkılarında namazdan sakınmayı gerektiren bir necasetlik yoktur. İmamların idrarlarında ve dışkılarında bir çirkinlik, iğrençlik yoktur bilakis onlar birer misktir! Her kim onların idrarlarından, dışkılarından ve kanlarından içerse Allah ona ateşi haram kılar ve cennetine sokması vacip olur!”( Envaru’l Vilaye, Sayfa: 440)

İmamların vasıflarını belirten hadisler bunlarla sınırlı değil. Şia kaynakları incelendiğinde ulaşabildiğimiz kadarıyla sadece imamların üstünlüklerine yönelik yüzlerin üzerinde hadisleri vardır.

Konuyu farklı cephelerden irdeleyecek olursak;
“... Muhammed b. Müslim şöyle rivâyet etmiştir: Ebu Cafer (Muhammed bakır aleyhisselâm)’ın şöyle dediğini duydum: “ Allah tarafından tayin edilen bir imamı olmaksızın sırf kendini yoran bir ibadetle Allah’a kulluk sunan bir kimsenin çabası kabul görmeyecektir. O, sapkın ve şaşkındır. Allah, onun amellerini çirkin sayıp öfke duyar. Onun örneği bir koyunun örneğidir ki, çobanından ve sürüsünden ayrılıp kaybolur. Bütün gününü şaşkın şaşkın gidip gelmelerle bitirir. Gece olunca başında çobanı bulunan bir sürü görür, o sürüye katılır ve gecesini bu sürünün ağılında geçirir. Çoban sürüsünü meraya salmak istediği zaman, bu yitik koyun çobanını ve sürüsünü tanımaz olur. Tekrar çobanını ve sürüsünü bulmak için şaşkın bir halde sağa sola gider gelir. Derken başında çobanı bulunan bir sürü görür, bu sürüye sığınır, onlara katılır. Çoban ona seslenir: “Gel çobanına ve sürüne katıl. Sen kaybolmuşsun, şaşırmışsın Çobanından ve süründen uzaklaşmışsın.” Ama o şaşkın, yitirmiş olarak sağa sola koşuşmaya başlar. Çobanı, yol göstereni, güdücüsü olmaksızın, önünü kesip, doğru yola yöneltecek bakıcısı olmadan gezinip durur. Derken kurt, bu koyunun kayboluşunu fırsat bilir ve koyunu yer. Aynı şekilde, Allah’a yemin ederim ki, ey Muhammed! Şu ümmetten kim, Allah, Azze ve Celle’nin tayin ettiği özellikleri belli ve adil bir İmamı olmazsa kaybolur, yolunu şaşırır. Eğer bu şekilde ölürse küfür ve nifak üzere ölmüş olur.
Bil ki, ey Muhammed! Zorba imamlar ve onların tabileri Allah’ın dininden soyutlanmışlardır. Hem kendileri sapmış hem de başkalarını saptırmışlardır. “Rablerine kâfir olanların örneği, bir küle benzer, kasırga estiği bir günde bu kül, yelle savrulur gider. Kazançlarından hiçbir şey elde edemezler, işte budur doğru yoldan çok uzak bir sapıklık.” (İbrahim, 18)” (Usul-u Kâfi sh 250-251 H.468.)

Tamam, varsayalım ki bu söz doğrudur. Ya da en azından Şiiler inanıyor. Yukarıdaki soruyu tekrar soruyorum İslam toplumları asırlardan beri imamsızdır. Sözüm ona imam gayb oldu? Kıyamet zamanına yakın bir zamanda kadar da dönmeyecek. Ancak, kıyamet zamanı mehdi olarak dönecek!. Bu iki dönem arasındaki insanların hali ne olacak?. Şiacılar kendilerine bu sorunun geleceğini bilmiyorlar mıydı? Tabi ki bu sorunu gidermeye yönelik bir hadis olmalı. Bunula tezat olan ancak sorunu gidermeye yönelik şu hadisleri vardır.
“... Mansur, kendisine anlatan birinden şöyle rivayet etmiştir: Ebu Abdullah (Cafer Sadık aleyhisselâm)’a dedim ki: “Bir günün sabahında veya akşamında uyacağım bir İmam bulamadığım zaman ne yapayım?” Buyurdu ki: “Kimi seviyorsan onu sevmeye ve kime buğz ediyorsan ona da buğz etmeye devam et. Ta ki Allah, Azze ve Celle, İmamı zâhir edinceye kadar.” (Usul-u Kâfi sh 503 H.911.)

Şia inancı ile taban tabana zıt bir söylem. Hani imamsız olmazdı. Ne oldu da birden bire bir geri adım. İmam bulamadığın zaman sevdiklerini de ifrat derecesine sevmeye devam et. Ama sahabeye küfründe ve nefretinde sakın geri kalma ta ki imamı görünceye kadar. Bu şekilde tercüme edebilirsiniz bu hadislerini.
Hem söyler misiniz bin yıldan beri imamsız kalmış!, aydınlanmamış, gelmiş göçmüş insanların hali ne olacak. Yirmi birinci yüz yıl olmuş hala ortada imam yok Bunca insanların akıbeti cehennem değil mi? Hâşâ Allah Kullarını cehenneme atmak için mi yarattı. insanları mı kandırıyor!.? İmamsız olmaz ona iman edeceksiniz her zaman yanınızda bir imam olmalı diyecek hem de bin yıldan beri imam göndermeyecek. Bu sıfat Allah a nasıl yakıştırılır
Neden Allah’a bu iftiralar edilir? Hâşâ Allah bir takım fitne fesat oyunların içinde neden gösterilmeye çalışılır? Bunu doğru bir niyet cercevesinde Şianın doğuşu ve gelişim sürecini açıklayan hakiki tarihi mevzuları okumayınca anlamak mümkün değildir. Tabi bu şiacıların Tarih adına uydurduğu destanlardan bahsetmiyorum. Gerçek belgelere dayalı güvenilir tarihçilerin yazdığı eserleri kastediyorum.
Yüce Allah, Kuran’ı Kerim’de, Resuller, hatta Resullerin efendisi Hz. Muhammed de dahil olmak üzere, hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğini açıkça beyan etmektedir... Allah, kıyametin ne zaman olacağını, yağmurun yağmasını ve bir insanın nerede ve ne zaman öleceğini, ancak kendisinin bildiğini beyan ederken, Şiiler, bu hususiyeti, imamlarına atfederler. Aynı şekilde Allah, Hz. Peygamber’in münafıkları bilemeyeceğini ve onları müminlerden ayıramayacağını söylerken, onlar, imamlarının unutmaz ve hata etmez iman ve nifak bakımından insanları tanıyıp ayırdıklarını ileri sürerler. Yeryüzünde ne gayb varsa imamların hepsini bildiğini, Şia'nın diğer Müslümanlardan farklı olduğunu ayrıca, kendilerine mahsus ve diğer insanlarda bulunmayan birtakım ilimlere sahip olduklarını söylemektedirler. Bu ilimleri Hz. Ali'ye nispet ederler. Çünkü onlara göre Hz. Ali dinin sırlarına sahiptir çünkü Hz. Peygamber diğer müslümanlara açmadığı bilgileri ona açmıştır. Bazan Hz. Fatıma ve Hz. Ali'nin çocukları imamların ilimlerine sahip olduklarını, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını, İslâm'ı imamların yolu dışında kimsenin anlayamayacağını, Kur'ân sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Kur'ân'ı" adını verdikleri özel bir Kur'ân'a sahip bulunduklarını ve bunun Müslümanların elindeki Kur'ân'ın üç katı kadar olduğunu119, bugün müslümanların elinde bulunan Kur'ân'dan onda bir tek harfin bulunmadığını ileri sürerler. Bazan da bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan Cefr'e120 sahip olduklarını iddia ederler. Bazan da sadece kendilerinin sahip olduğu ve başka hiçbir kimsede bulunmıyan dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, Kur'ân âyetlerinin gerçek tefsirine kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i tenzil (Kur'ân harfleri) ile Hz. Ali'yi de te'vil (yani tefsir) ile gönderdiğini ileri sürerler.(en-Nevbahtî, Firaku'ş-Şia, 38, ) Bütün bunlarla birlikte imamların dilediği kadarını Allah’ın dilediğini iddia etmeleri yani imam bir şeyi dilerse, Allah’ta diler fikrine inanmaları inılıcacak gibi değildir. Bu Allah’ın imamın dilediğini dilemesi anlamına gelir ki bu inanç da sorgulanmadan kabul edilir mi?. İnsanları tekfir etmek insan olarak bizim görevimiz değildir. Şiilerin hangi inanışı küfürdür hangisi şirktir buna girmeye gerek yoktur. Sadece inanç akidelerini belirten hadisleri belirtmek konunun anlaşılmasına yetecektir. Bu konu yüce Kuran’ dan birkaç ayet den alıntı yapmakta sanırım fayda olacaktır.
“Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”( En’am suresi / 59. Ayet)
Başka bir ayette: “De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”( En’am suresi / 50. ayet)
“De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."( Ar’af suresi / 188. ayet)
Yine Allah buyurdu ki: “(Resulüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.”( Hud suresi / 49. ayet)
Ayeti kerimenin de ifade ettiği gibi o haberleri önceden ne peygamber ne kavmi ne Ali bin Ebi Talib ne de O’nun kavmi biliyordu. O halde nasıl O’nun hakkında kendisinden önce geçenlerin onda gizli saklı kalmayacağını söylüyorsunuz? Allah buyurdu ki: “O, gaybı mı bildi, yoksa Allah'ın katından bir söz mü aldı?”( Meryem suresi / 78. ayet)
“De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”( Neml suresi / 65. ayet) başka bir ayette: “Acaba gaybın bilgisi kendi yanındadır da o görüyor mu?”(Necm suresi / 35. Ayet)

“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar”(Cin suresi / 26, 27. ayetler)

“Kıyamet saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 34)
Yüce Allah, Hz. Peygamber’e hitaben, münafıklar hakkında şöyle buyurur: “Çevrenizdeki bedevilerin içinde ikiyüzlüler ve Medineliler için de ikiyüzlülükte direnenler var. Onları siz değil, ancak biz biliriz. Kendilerine iki defa azabedeceğiz; onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar.” (Tevbe, 101)
Allah, Tebük Gazvesine gitmemek isteyen münafıklarına izin veren Hz. Peygamber’e şöyle buyurur: “Allah seni affetsin; doğrular sana belli oldu, yalancıları bilmeden önce, niçin onlara izin verdin?” (Tevbe, 43),
Kuran ayetleri gayb ile ilgili bunu derken Şiacıların muteber kaynaklarınden bir iki örnek vermek sanırım yeterli olcaktır. Kuleyni, Abdullah b. Cundub’den, Şia’nın sekizinci imamı Ali b. Musa’nın, ona yazdığı şu mektubu rivayet eder: “…Biz imamlar, yeryüzünde Allah’ın eminleriyiz. Belalar ve felaketler, Arab nesebi, İslam’ın doğuşu ve ilgili ilimler bizim katımızdadır. Biz, bir kişiyi gördüğümüzde, onu gerçekten mümin mi, münafık mı olduğunu biliriz. Bizim taraftarımız, isimleriyle ve babalarının isimleriyle birlikte yazılır. Allah bizim ve taraftarlarımız hakkında misak almıştır.” (Kuleyni, Kafi, c.1, s.223)
“Muhammed el-Bakır, Hz. Ali’nin şöyle dediğini bildirir: Bana altı şey verildi: Belalar ve felaketler ilmi; vesayet; hükümler ilmi; dünyaya geri dönmem ve bütün dünyaya hakim olmam; asa ve meysem ile insanlarla konuşan debbenin sahibi olmam.”( Kuleyni, Kafi, c.1, s.198
Eğer imamlar gerçekten gaybı bilseydi

Şiacılar, Ali (r.a.) hakkındaki iddiaları tenakuzla doludur. Onun hakkında aşırı giderek masum olduğunu, ona unutkanlık arız olmadığını ve gaybı bildiğini, Kılıcıyla her türlü tehlikeyi bertaraf ettiğini, hiçbir insanlın yapamıyacağı ve aklın kabul etmeyeceği şeyleri çeşitli abartılarla ona isnad ediyorlar. Daha sonra olayları izah ederken de bir bir bu iddialarının tersini gelişmeleri anlatıp hem savunma hemde ajite ediyorlar.
Ebubekir'in (r.a.) Allah yoluna yaptığı infakı gözden kacırmak, ounun hayırlı amellerini boşa cıkarmak için malı ve akrabaları çok azdı korkaktı diyorlar. Başka bir yerde Medine'de ve halifeliğe seçileceği sırada Her şeyi bilen ve her şeyi kılıcıyla düzeten Ali'nin (r.a.) Ona karşı mukavemet edemediğini söylüyorlar. Her şeyi bilseydi hakem olayına razı olurmuydu? O hakemleri secermiydi? Hz Osman’ın katilini bulamazmıydı? Halifelik olayınının kendi lehine sonuclanmayacağını nasıl gözden kacırdı? Kılıcıyla her şeyi bertaraf ederken doksan bin kişilik ordu ile sıffin savaşını neden kazanamadı? Önce şiası olan (taraftarı) sonra kendisine ihanet eden haricilere nasıl güvendi? Yani her şeyi biliyordu sorusunun adından Hz Ali nin bilmediği şeyleri sormaya kalksanız belki binleri gecer. Yani Şianın Ali si hakiki anlamda öyle her şeyi bilen bir Ali değil. O Ali uydurma bir Ali
Oysa hakiki Ali (ra) sıffin savaşı gecesinde oğlu Hasan’a,
“Ey Hasan! Baban işin buna varacağını bilemedi. Allah (c.c.)'a kasem ederim ki, Sa'd b. Mâlik ile Abdullah b. Ömer'in yaptıkları iş iştir. Yaptıkları doğru ise sevabı büyüktür. Yanlış ise cezası azdır”.
Ali'nin (r.a.), maiyetinde bulunan bazı kişilerin Ona muhalefet etmelerinden üzüldüğünü kendisinden tevatüren nakledilmiştir. Meydana gelen hadise de Hasan (r.a.)'ın muharebe etmeme istikametinde olan görüşünün Ümmet içi daha isabetli olduğunu göstermiştir. Sa'd, Saîd, İbn-i Ömer, Muhammed b. Mesleme, Zeyd b. Sabit, İmrân b. Husayn ve bir cemaat daha savaşa girmemişlerdir. Naslar onları savaştan alıkoymuştu. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardı:
“Yakın bir istikbalde bir takım fitneler olacaktır. Fitne zamanında (ona karışmayıp) oturan kişi (karışmak üzere) ayakta durandan hayırlıdır...” (Buhari, Fiten: 12, Ebu Davud Melahim: 17)
Fakat Allah (c.c.), takdir edilmiş olanı yerine getirecekti. Buna rağmen Ali (r.a.), Ona karşı savaşan hiç kimseyi tekfir etmemiştir. Onu tekfir eden haricîleri de tekfir etmemiş ve onlardan hiç kimseyi esir tutmamıştır.
Talha ve Zübeyre karşı iyi davranır, Muaviye ve Amr b. el-As'a beddua ederdi. Fakat hiçbir zaman onları tekfir etmemiştir.
Şiacılar Rasulullah'ın vefatından bu yana gelip geçen bütün devlet baskanları, imamlar
İdareciler ve Halifeler'in zorba, zâlim ve gayr-i mesru idareci oldukların inanırlar ve
on ikinci imamlarının bir müddet sonra gelecegini, Allah da ona, Ebu Bekir, Ömer ve bütün
müslüman halifelerini diriltecegini, o da onları sorguya çekecegini, (hasa!) zulmettikleri,
gasbettikleri, zorba davrandıkları ve haksızlık ettikleri için onlara kesin cezalar
uygulayacagını iddia etmektedirler.
Oysa şiilerin on ikinci gayb olan imamın dünyaya gelip gelmediği de o kadar kesin değil. Bir rivayete göre yani o zamanın Alevilerinin tuttukları nüfus kütüğüne göre; şianın imameye kolunun ma'sum (!) olan on birinci imamları çocuksuz olarak ölmüştür. Kardeşi Ca'fer, abisinin çocuğu olmadığı için malına ve addet müddeti içerisinde de hanımlarına ve cariyelerine sahip çıkmıştır. Hatta kardesi Ca'fer ile beraber o zamanın ileri gelenleri nezdinde on birinci imam olan Hasan el-Askerinin çocuğu olmadığı sabit olmuştur. İddia ettikleri on ikinci imamları ise tamamen hayali bir şahıstır. Çocuk bırakmadan vefat eden Hasan el-Askeri'ye nispet ettikleri bir yalandır. O zaman Alevileri çocuk doğdukça kaydeden siciller vardı. Hasan el Askeri'ye böyle bir çocuk kaydedilmemiştir. O çağda yasayan Aleviler de Hasan el-Askeri'nin vefat ettiğinde erkek çocuk bıraktığını bilmiyorlar. Hasan el-Askeri çocuksuz olarak vefat ettiğinde Imamiyye'nin imamet silsilesi durmuş oldu. Mezheplerinin onun ölümüyle öldüğünü, imamları olmadığı için imamsız kaldıklarını gördüler ve durumu kurtarmak için, tarihin inadına giderek, Hasan el-Askerî'nin bir çocuğu oldugunu, bunun da on küsür asırdan beri bir sirdapta (mağara) saklandığını, halen de hayatta oldugunu, İslâmdaki sârî' halifenin bu çocuk olup, o günden bu güne kadar gelip geçen bütün idarecilerin zül men idareci olduklarını, velayetlerine hakları olmadığı halde Müslümanlardan zorla velayet istediklerini iddia ediyorlar.

Yine yalancılardan olduğu bilinen Beni Nümeyre kölelerinden Muhammed b. Nusayr ortaya Hasan el-Askeri'nin sirdapta (babasının evinde) gizli bir oğlu bulunduğu fikrini ortaya attı ki kendisi ve arkadaşları Şiiler'in halk tabakasından ve zenginlerinden imam adına zekât toplayabilsinler ve böylece de kendilerinin imamiye olduğu iddiasını devam ettirsinler. Bu Muhammed b. Nusayr hayali sirdabın kapısı olmayı hayali imam ile Şiiler arasında zekât toplamak görevini kendisi üstlenmek istedi. Arkadaşları ona muhalefet ettiler ve bab (kapının) Hasan el-Askeri'nin evi yakınında bulunan Hasan Askeri'nin alış veriş yaptığı bir yağcı olmasında ısrar ettiler.

Bu anlaşmazlık baş gösterince Muhammed b. Nusayr onlardan ayrılarak kendisine nispet edilen Nusayriyye mezhebini tesis etti. Arkadaşları ise hayali onikinci imamın evlenmesini ondan çocuklar ve torunlar olması hilesini düşünerek imamlığın devam etmesi ve böylece de İmamiye mezhebinin devamı hilesini düşünüyorlardı. Fakat bunun Alevileri kaydeden görevliler tarafından yalanlanacağı, yalan olduğu ortaya çıkacağı anlaşılınca, bunun Abbasiler ve emirleri tarafından anlaşılacağına kanaat getirince on ikinci imamın sirdapda kaldığını onun "Gaybubeti Suğra" (Küçük kayboluş) ve "Gaybubeti Kübra" (Büyük kayboluş) olmak üzere sirdabda kaldığını iddia ettiler.

Bir başka rivayetde;
Muhammed b. Cerir et-Taberî , Abdulbaki b. Kani ve diğer neseb âlimlerinin ifadelerine göre Hasan b. Ali el-Askeri'nin çocuğu da yoktu.
(İbn-i Cerir et-Taberi H. 302 yılında meydana gelen bir hadiseyi naklederek şöyle diyor: Adamın biri çeşitli hilelerle halife Muktedirin yanına çıkarak kendisinin Muhammed b. Hasan b. Ali b. Musa b. Ca'fer olduğunu iddia ettikten sonra, Ebu Talip oğullarının huzuruna çağrılması için halifeye emrediyor. Bunun üzerine Ebu Talib oğulları başlarında başkanları Ahmed b. Abdissamed-ki İbn-i Tomar diye tanınıyor olmak üzere hazır oluyorlar. Ancak İbni Tomar, Hasan b. Ali el-Askerinin çocuk bırakmadığını söylemesi üzerine Haşini oğulları bağırarak bu adamın halka teşhir edilerek en ağır cezaya çarptırılmasını istediler. Onu bir deveye bindirip tevriye ve arefe gününde halka teşhir ettikten sonra hapsettiler. Taberi bu hadiseyi Hasan el-Askerî'nin çocuk bırakmadığına delil olarak zikretmektedir.)
Şiacılar hayali on ikinci imamın sîrdab'a (mağara) girdiğinde yaşının iki, üç veya beş olduğuna inanırlar. Oysa böyle bir çocuk Kur'ânın nassı ile yetim hükmünde olmazmı?, islamdan bihaber bir çoçuk nasıl imam olur bu hiç düşünülmezmi? Sonuç olarak düşünülsede hikmetin arkasına saklanılara düşünülmüyor. Çünkü inançtır. İnancın yanına bunda bir hikmet var dendimi bütün sular durur. Doğruyada hikmet!, yanlışada hikmet!. Tabi akıl kullanılmaz beyinler birilerine kiraya verilirse, birileri düşünür inanır bir takım inanc sistemleri oluşturur, ballı bir hikmet lokmasıyla cehalete yutturur. Bunlara ataları böyle inanacaksın demişler yoruma ve sorgulamaya ne gerek var. Nasıl olsa bununla ilgili bir sürü teviller mevcuttur. Kim tarafından rivayet edildiği ve senedinin güvenilirliği konusunda İslam âlimlerince pek güvenilir bulunmayan ancak şianın çok itibar ettiği “Kim (bir imama) biatsiz ölürse, câhiliyyet ölümü üzerine ölür.” mealindeki hadis İmam Ahmed bin Hanbel'e sorulduğunda;
“İmamın kim olduğunu bilir misin? İmam, imametinde bütün müslümanların ittifak ettiği kimsedir”. Demiştir. Oysa şiacılar bu imamların kendi projelerindeki imamlar olarak nitelemişlerdir. Dedim ya inanç!
Bu hadisin Müslimin rivayetinde, Harre mevkiinde cereyan eden bir hadise üzerine İbn-i Ömer, Abdullah b. Mutin'e geldiğinde; Ebu Abdurrahman (İbn-i Ömer)’a bir döşek seriniz otursun; demesi üzerine İbn-i Ömer: “size oturmağa değil, bir hadisi nakletmeğe geldim. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Her kim itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allah'a fiili hususunda lehine hiç bir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda (emire) biati olmayarak ölürse cahiliyyet ölümü ile ölür:” (Müslim Kitabül İmare 13).
Bu hadisi İbn-i Ömer, zamanın emiri Yezid'in hal edildiği bir zamanda nakletmiştir. Hadis, Ulûlemre itaat etmeyenin, onlara karşı kılıçla çıkanların cahiliyye ölümü üzerine ölecekleri hükmünü ifade ettiği bildirilmiştir. Bu ise şiacıların durumuna taban tabana zıttır. Onlar âmirlere uymayan veya istemeyerek uyan insanlardır. Bu konu ile alakalı birden fazla hadis bulunmaktadır. Bunlar;
Cündüb b. Abdullah el Beceli'nin rivayet ettiği diğer bir hadiste de Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
“Her kim, hak ve bâtıl olduğu bilinmeyen karanlık bir davanın bayrağı altında kavmiyet ve asabiyete çağırarak yahut kavmiyet ve asabiyete yardım ederek öldürülürse onun bu ölümü tam bir câhiliye ölümü olur” (Müslim Kitabül İmare 13).
Şehristanı'nin belirttiğine göre de: "İbn Sebe. Hz. Ali'nin imametine ilişkin olarak ilk söz söyleyen kimsedir." Yine onun anlattığına göre Sebeiyye: "Fırka olarak ilk kez tevakkuf, gaybet (kaybolan imam) ve ric'at (imamın bir gün geri döneceği) görüşünü ileri sürendir(el-Milel: 1/174)
Sebeiyye'nin ihtilafına ve farklı farklı fırkalara bölünmesine rağmen bir zaman sonra onların bu görüşlerine Şia sahiplendi. Şia bundan böyle Hz. Ali'nin imametine ve halifeliğine sahip çıkmış ve bunu savunur olmuştur. Bununla ilgili olarak kendilerince nass (delil) sunmuşlar ve vasiyyetin varlığını ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler de aslında İbn Sebe'ın geriye bıraktığı görüşlerdi. (. el-Milel:1/146; Makalatu'l-İslâmiyyîn: 1/65-89)
İmamet mevzuunun kurumsallaştırılması ve iran ın Şiileşme faktörünü anlatan tarih kitaplarında, İran’ın Hz. Ömer’in hilafeti zamanında fethedilmesi, birliğinin bozulması ve gücünün kırılması üzerine, Hz. Ömer’den, dostlarından ve askerlerinden intikam almak cihetine gittiler. Onların, kaybettikleri iktidarlarını tekrar ele geçirme çabaları ve bu konuda ki aşırı ihtirasları, İran Yahudilerinin, bu bölgedeki Müslümanlar arasında fitne tohumları ekmek için, fevkalade müsait bir vasat bulmaları sağladı. Ortak noktalardan birisi, İran melik’i Yezdcurd’un kızı Şehrbanü’bub, İranlı diğer esirlerle birlikte Medine’ye getirilmesinden sonra, Hüseyin b.Ali ile evlenmiş olmasıdır. Yahudilerin, müminlerin emiri, Müslümanların halifesi Hz. Osman’ı şehit etmeleri ve bilgisi ve izni dışında Hz. Ali’nin arkasına sığınmaları, Ali’nin ve evladının velayetlerini ve hilafetlerini iddia etmeleri üzerine, İranlılar, Hz. Ömer’den, dostları ve İran’ı fetheden ashabtan, hilafeti İslam fütuhatını doruk noktasına ulaştıran, eğrilikleri doğrultan ve asileri sürgün eden Hz.Osman’dan intikam alma konusunda, Yahudilere yardım ettiler. Böylece İranlı’lar bilhassa Zeynul ağabeydin lakabıyla tanınan Ali b el-Hüseyin’in ve onlarca mukaddes bir sülale olan Sasani soyundan gelme İran meliki Yezdcurd’ün kızı Şehrbanü’dan dolayı İranlı kabul edilen çocuklarının kanlarının akması üzerine, bu bozguncuyu ve isyankâr Yahudilere yardımlarını artırdılar.
İranlıların çoğu, işte bu sebeplerden dolayı Şii oldular; sahabeye; özellikle İran fatihi ve Mecusi ateşini söndüren Ömer ve Osman’a sövmekle teselli buldular. Böylece onlar, Yahudilerle birleştiler; bu gayenin tahakkuku için onlarla işbirliği yaptılar; onların yoluna uydular, metodlarının benimsediler. Uzun süre İran’da ikamet eden ve İran tarihini derinlemesine inceleyen İngiliz müsteşriki Browne, bu konuda şöyle der: “İranlıların ikinci Halife Ömer’e düşman olmalarının en önemli sebebi, Ömer’in Acem ülkesini fethetmesi ve Sasanilerin iktidarına son vermesidir. Her ne kadar onlar, bu düşmanlıklarına, dini ve mezhebi bir şekil vermişlerse de, düşmanlıklarının gerçek sebebi, dini ve mezhebi değildir.”( E.G Browne, Tarihu Edebiyatı İran, s. 217)
Aynı müsteşrik, bir başka yerde, daha açık olarak şunları yazar: “İranlıların, Ömer b. el-Hattab’a düşman olmalarının sebebi, onun Ali ve Fatıma’nın haklarını gasbetmiş olması değil, tersine İran’ı fethetmesi ve Sasani hâkimiyetine son vermiş olmasıdır” Browne, daha sonra İranlı şairin şu beyitlerini zikreder:
“Ömer, Sasanilerin uzun saltanatına son verdi. İran meliklerinin en büyüklerinden olan Cemşid Oğullarının hâkimiyetini ortadan kaldırdı”.
İranlıların, Ömer’e düşman olmaları, Onun Ali’nin hilafet hakkını gasbetmesinden değil, bilakis İran’ı fethetmesinden kaynaklanan eski bir meseledir”.( Brown, c.4 s.49 )
Browne, devamla şöyle der: “Ali b. el-Hüseyin’in annesinin, melikleri “Yezcurd”ün kızı olduğunu bilmeleri sebebiyle, Ali b. el-Hüseyin’in evladına bağlanmakta teselli ve itminan buldular. Meliklik haklarının, dini haklarla birlikte, onun çocuklarında toplandığını kabul ettiler. Böylece onlar arasında, siyasi münasebetler hasıl oldu. Bu sebepledir ki, İranlılar, meliklik haklarının ancak semadan ve Allah’tan geldiğine inandıklarından, meliklerini kutsallaştırdılar ve onlara sımsıkı bağlandılar”.( Browne, c1 s. 215)
İmamların hayatları incelendiğinde görüleceği gibi İlk İmamların sözlerinde bugünkü manada bir imamet anlayışına rastlanmamasına rağmen, Şiacılar İmamet mevzuunu imanın bir esası saymışlar mesheplerini uydurmalarla doldurmuşlardır. Uydurma olan imamet meselesi de bu mezhebin en büyük problemidir. "Vasiyet" konusu, bizzat Hz. Ali tarafından yalanlanmıştır. İbn Abd-i Rabbih, Abdullah b. el -Kevva'nın, Hz.Ali'ye, Hz. Peygamber'in kendisine bir şey vasiyet edip etmediğini sorduğunda Hz. Ali'nin ona: "-Ey Allah'ım O'na ilk iman eden benim, yine O 'nu ilk yalanlayan ben olamam. Bende Hz. Peygamber' in bir vasiyeti yoktur. Şayet böyle bir şey olsaydı ne Temim, ne de Adiy oğullarından birisini minberde bırakmazdım." diye cevap vermiştir.
Yine İmamı Ca'fer es-Sadık, hayatı boyunca ilim, fıkıh ve zühtten başka bir şeyle ilgilenmemiş ve kendini imamlar zincirinden saymamıştır. Birden fazla halife döneminde yaşamış olmasına rağmen Ca’fer es-Sâdık, siyasetten uzak Kalmış, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki olumlu görüşleri sebebiyle de bu halifelerin baskısı altında kalmamıştır. Hiçbir zaman imamlık iddiasında bulunmayan ve bu konuda hiç kimseyle tartışmaya bile girmeyen Ca’fer es-Sâdık, daima ilimle meşgul olmuş ve bu maksatla kendisine gelen iyi niyetli insanları geri çevirmemiş, doğru bildiklerini onlara aktarmıştır. Ca’fer es-Sâdık’ı dinlemek ve bilgi almak için gelenler arasında birçok isim, daha sonraları Fıkıh ve Kelam ilminin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bunlar arsında Ebû Hanife(öl:150), Mâlik b. Enes(lö:179), Mutezile’ nin kurucusu Vâsıl b. Ata(öl:131) ve meşhur kimyacı Cabir b. Hayyân(öl:200) sayılabilir.
İmam Ca'fer es-Sadık hayatında sapık insanları reddetmiş kovmuş onlardan uzak durmuş, sapıklıklarını ilan etmiştir. Halkı da onlardan uzak durmaya davet etmişlerdir. Zira onların yaydığı inançları tasvip etmiyordu. Ebu'l Carud, Ahmed b.Keyyal'da bunlardandır. Celaleddin es-Suyûtî İmam Cafer in “ Ebû Bekir ve Ömer’i hayırla anmayan kişiden uzağım”dediğini belirtmektedir. Bütün bunlara rağmen Ca'fer es-Sadık 'ın ölümünden sonra muhtelif fırka ve mezheplere ayrılan Şii'lerden her gurup kendilerini bu imamın taraftarlarına kabul ettirmek için, fikir ve görüşlerini ona dayandırmışlardır. Şehristani ve İbn Hazm bu durumlara örnekler vermişlerdir. ((Şehristani el-Milel ve'n-Nihal, 1, 146-155).
Yine İmam Zeyd bugünkü adıyla Zeydiyye diye anılan grup, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin isim ve şahsını belirtmek sûretiyle yerine bir imâm (halîfe) vasiyet etmemiş olduğuna inanırlar, Onlar için imâm, ancak vasıfları ile tanınabilir. Taşıdığı vasıflar îtibâriyle imâm, hazret-i Ali'dir. Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'in halîfeliklerini kabûl ederler. Muta nikahının meşru kabul etmezler. Büyük günâh işleyen kimse tam mânâsı ile tövbe etmedikçe temelli olarak Cehennem'de kalacaktır. (Abdülaziz Dehlevî, Abdülkâdir Bağdâdî)

Ehl-i Sünnet âlimleri, İmametle ilgili Şia'nın görüşlerinin doğru olmadığı hususunda ittifak etmişler ve Şia'nın görüşlerini şu hususlardan dolayı reddetmişlerdir.
İmama ihtiyaç vardır, fakat masum imama ihtiyaç yoktur. Dini hükümlerin yerine getirilmesi, kötülüklerin giderilmesi ve İslam'ın korunmasına ihtiyaç vardır. Ancak bu ihtiyaçları giderecek kimsenin masum olması şart değildir. İctihad ehli ve adalet sahibi olması yeterlidir. İmamın hata etmesi caizdir. Uyanlara ise herhangi bir sorumluluk yoktur. "Ey inananlar! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." (217) ayetindeki "emir sahipleri" Şia'nın ileri sürdüğü gibi İmamlar, demek değildir. Ya Raşid halifeler veya seriyye komutanları, yahud da dini hükümlerde fetva veren ve insanlara dinlerini öğreten âlimlerdir. (İbn-i Kesir'de buradaki Ulu'l emr'den maksadın Ulema olduğunu beyan etmektedir.) Şu hususta unutulmamalıdır ki, imam şeriata uygun ettiği sürece ona uymak gerekir. Şeriata karşı hareket ederse, ona uyulmaz. Peygamberlerin bazı özellikleri imamlarda tahakkuk edebilirse de, bütün özelliklerinin imamlarda bulunması söz konusu değildir. İsmet de bunlardandır. Ehl-i Sünnet'e göre İsmet, peygamberlere mahsus bir sıfattır ve peygamberlik şartlarındandır. İmamlık şartlarından değildir. (219)
İnsanların, hidayet için Kur'an ve Sünnet'e sarılmaları yeterlidir. Bu konuda birçok ayet ve hadis vardır. Ama masum imama uymanın lüzumunu belirten tek bir ayet ve hadis yoktur.
Şer'i hükümler bedihi (apaçık) dir. Mü'minler, açık olmayanlarını (Müteşabihleri) anlamakla yükümlü tutulmamışlardır. Zira İslâm'da güç yetirilemeyeni teklif yoktur. İmam, vahiy almadığına göre, bedihi olmayan şer'i hükümleri nereden bilebilecek? Ehl-i Sünnet'e göre, rey ve kıyas haktır. Masum birine ihtiyaç yoktur. Kur'an, Sünnet, İcma' ve Kıyas'tan ibaret olan şer'i deliller insanlara kafidir.
İmam, şeriatın koruyucusu kabul edilse bile, şeriatı kendi zatıyla koruyor değildir. Aksine, Kitap, Sünnet, İcma' ve sahih içtihadıyla korur. İmam'ın içtihadında hata etmesi ise caizdir. Bu hata sağlam şeriatı bozmaz.
İmamların sözü, Peygamberlerin sözü gibi hüccet değildir. İmam kumandan mesabesindedir. Peygamberlere caiz olmayan şeyler, imamlara caizdir. (Kadi Abdu'l Cebbar, Mugni, c.15.sh:313)
"...Seni insanlara imam (önder) yapacağım" dedi. O (İbrahim): "Soyumdan da" deyince, "zalimler benim ahdime erişemez" dedi. (Bakara: I24) ayeti imamların masum olduğuna delil değildir. Zira ayetteki "ahd"den murad, ya peygamberlik veya imamlıktır. (Taberi, Cami'ul Beyan, C.I. sh: 530) Şayet imamlık ise, her masum olmayanın zalim olduğu gerçek delildir. Belki, adaletli olmayan, tevbe edip nefsini ıslah etmeyen zalimdir. (Cürcani, şerhu'1-Mevakıf,C.3.sh:265-266)
"Ey Peygamber'in ev halkı Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister." (Ahzab: 33) ayeti de imamların ismetine delil değildir. Çünkü, bütün imamların Ehl-i beyt'ten olma şartı ve zarureti yoktur. Ayrıca ayetteki rics, manevi pislik olan töhmettir. Onlardan töhmetin kaldırılması, hata etmelerini engellemez. Zira müctehid, içtihadı hatalı da olsa sevap kazanır. (Rüşdi Alyan,el-İslâm, ve'l-Hilafet, sh: 59)
Halktan zekât ve vergi toplamak için adaletli olmak gerekli ise de masum olmak şart değildir.
İmam ve halife dini konularda fetva verirken isabet de edebilir hata da. Müctehidin hata etmesi caizdir.
Halkın, imamın kıldırdığı namazda şüpheye düşmemesi için imamın masum olması gerekmez. Bu, Şia'nın bir iddiasından başka bir şey değildir.
"Ben ümmetim hesabına, başlarına geçecek sapık imamlardan korkarım", hadisi de imamların masum olmadığına delâlet etmektedir. (Tirmizi, Fiten, 51- Ayrıca, adil ve zalim imamlarla ilgili hadisler için bk. İbn Hacer, El- Matalibu'l- Aliyye, c.2, sh: 232-234.)
Masum imama ihtiyaç yoktur, insanlar bütün işlerinde imama uymak mecburiyetinde de değillerdir.
Peygamber'in getirdiği dini hükümleri nakleden, imamlar değil; adil, zabit ve güvenilir raviler ve âlimlerdir.
İmamların, meleklerden üstün olduğuna dair akli ve nakli herhangi bir delil mevcut değildir.
Şia'ya göre, gaip imamın naibi olan müctehid imam, masum olmadığına göre Şia'nın görüşündeki tenakuz kolayca anlaşılmış olur.
Şia'nın, imamlar ve ismetleriyle ilgili görüşünün dini naslara uygun olmadığı ortadadır. Zira, Peygamberler bile, imam olmak hasebiyle hata edebilirler..... Bu nassla sabitken, imamların, doğumlarından, ölümlerine kadar büyük küçük her türlü günahtan; unutmak, yanılmak ve hata etmekten masum olduğunu iddia etmek ne derece doğru olabilir?
İmamların masum olduğuna dair açık ve kesin bir delil mevcut değildir. (Başta Hılli olmak üzere bir çok Şia âliminin imamların ismetine dair ileri sürdükleri deliller çeşitli mantık oyunlarından ve ayetleri zorlama suretiyle yaptıkları tevillerden ibarettir. Her mezhebin kendine göre bir mantığı vardır. Şia mantığına göre bunlar doğru, fakat Ehl-i Sünnet'e göre yanlıştır.) Allah Teâlâ’nın, lütfen masum bir imam göndermesinin gerekli olduğu iddiası dayanaksızdır. Zaten böyle bir imam da mevcut değildir. Muntazar (gibi) imamdan da kimseye bir fayda yoktur. Tarihen herkesin, On iki imamı kabul edip bunlara tabi olduğu da sabit değildir, (İbn Teymiyye a.g.e. c.2, sh:I34-135)
Şia'nın ileri sürdüğü deliller dayanaktan yoksundur. İmamın, Haşimi olmasının şart koşulması, nassın zahirine ve ümmetin, Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in halifeliğini (imamlığını) tasdik sadedinde yaptığı akid icmaına aykırıdır, İ İmamın, masum olması ve gaybı bilmesi şartı da ümmetin icmaı ile batıldır. (Amidi,Gayetü'l-Meram, sh: 384 )
Raşid Halîfelerin halifeliği ittifakla akdedilmiş ve onlarda masum olmadıklarını itiraf etmişlerdir. Nitekim bazı hususlarda, halifelerin görüşlerinde isabet edemeyip yanıldıkları tarihen sabittir. Bu da imamların masum olmadıklarını gösterir. (Amidi, Ğayetü'l-Meram, sh: 385)
Şiaya göre “İmamet in ne olduğunun tespiti, atanacak kişinin tayini şeri hususların işleyişi değişim ve ziyadelikten korunması Allaha vaciptir”. Yani bunun tayini devleti kimin yöneteceğini insanlara bırakılamayacak bir konudur. Oysa herhangi bir meselenin Cenabı Allah’a vacip olduğunu varsaymak hâşâ Allah ın aciz olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Yani bu hususu Allah ın üzerine vacip kılacak başka bir güç olduğunu tasdik etme anlamı çıkar. İslam inancında gerçek anlamda imamet mevzuu var idiyse, Hz Peygamber de imamı tayin için gönderilmişse, bu husus neden Kuran da bulunmamaktadır? Hâşâ Allah Hz peygamberden sonra ümittin bu hususla ilgili tefrikaya düşeceğini bilmedi mi? Yada inanılması ve uyulması farz olan bir hususu kulundan neden salkıdı? Hz Allah imanın esasına yönelik bir şeyi neden gizledi. Birileri bunu anlasın diğerleri de anlayamasın cehenneme gitsin mi istedi? Haşa bu sıfat nasıl Allah a yakıştırılır?.

Şianın iddiaları böyle olmasına rağmen Hz Peygamberimizden sonra Hz Ebu Bekir halife seçilmiş ve toplumun önderi imamı olmuştur. Şianın sahabe düşmanlığı kıssalarında hakaret vari Hz Ebu Bekir in korkak birisi olduğu anlatılır. Peygamberin yardımcıları arkadaşları akrabaları dostları bu kadar gaflet içinde miydi ki böylesi korkak bir adamı kendilerine imam seçti. Ya da birileri seçti de diğerleri neden karşı çıkmadı. Halifeye “ Doğru davranmazsan seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen bir cemaat neden bu haksızlığa karşı çıkamadı!....? Şianın bu konudaki iddialarını gerçekliği, ihtimal olarak bile düşünülmesi muhtemel bir hakikat değildir. Ama şia bu ve buna benzer binlerce üretilebilecek sorulara geliştiği süre içinde yorumlar getirmiş, teviller getirmiş, su olmadık derelerde nehirler taşımış, söylemlerinin birçoğunda birbirlerini yalanlamışlar sürekli bir çıkış bulmaya çalışmışlardır.
Bu imamet mevzu kurani bir kavramdı da; İmam Zeyd Hz Ebu Bekir, Ömer, Osman’ın imamlığını neden kabul etti. Neden diğer Şiiler İmam zeyd e bu konuda karşı cıktılar. Onlar bu konuları imamdan daha mı iyi biliyorlardı?. Yoksa yanılmaz dedikleri imamlar birçok yerde olduğu gibi burada da mı yanıldılar?

Konunun aslına devlet Yönetimi ile ilgili Kuran ayetleri ile Şiacıların imametle ilgili delil gösterdikleri ayetleri bütünlük içinde incelendiğinde; İmamlığın kişisel olduğu , İslam dininde soya ve akrabalığa bağlı bir İmamlık olayının bulunmadığı, imamlığın Rahmana kul olan herkesin sahip olabileceği bir mevki olduğu apaçık görünür. Ancak Şiacılar bu iddialarını dellendirmek adına yüzlerce formül geliştirmişlerdir. Bunların her birine inmeyede gerek yoktur. Bizce asıl olan bu konu ile alakalı Kuran ın formülüdür.

Konu ile alakalı ayetler;
“Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: Ben seni insanlara önder yapacağım, demişti. "Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)" dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu. Bakara /124
Şiacılar bu sureyi imametin delili olarak sunmaya kalkarlar. Bu surenin neresinde

- Ve onlar ki: "Ey Rabbimiz"! Bize eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler aydınlığı ihsan et ve bizi takva sahiplerine imam kıl derler. Furkan/74

- Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir İmam ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona (Kur'an'a) inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar. Hud/17

- Ondan önce de bir rahmet ve İmam olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır. Ahkaf/12

- Musa'dan sonra, Benî İsrail'den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere: "Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. "Ya size savaş yazılır da savaşmazsanız?" dedi. "Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım?" dediler. Kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç, geri dönüp kaçtılar. Allah zalimleri iyi bilir.Bakara/246

- Peygamberleri onlara: Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi dedi. Bunun üzerine: Biz, hükümdarlığa daha lâyık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar verilmemişken o bize nasıl hükümdar olur? Dediler. "Allah sizin üzerinize onu seçti, ilimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi. Bakara/247

Birde bu olayı Hz Ali acısından irdeleyelim.
Ali’nin Peygamber’in ilk halifesi olması hususunda ilahi bir emir mi vardı; yoksa bu, Resulullah’ın şahsi arzularından bir arzu muydu? İmam Ali, bu hususta Allah’tan bir emir olmadığını söylüyor. Ali’nin çağdaşları da bunu söylüyorlar. Büyük kayboluşa kadar devam bu görüş, büyük kayboluşla birlikte Şia’nın akidelerinde meydana getirilen değişikliklerle birlikte bu görüşün tezadı akide haline getirildi.
İmamet mevzuunun kimin hakkı olduğu konusundaki düşüncenin ele alındığında teferruatta saklı olan ancak olayın boyutunu değiştiren çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Ki Şiacılar bu noktayı gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. İmam Ali ve beraberindekilerin Resulullah’ın halifesi olması hususunda öncelik hakkı nın Ali de olduğu ve fakat Müslümanların başkasını seçtiği görüşü ile Hilafet’in Ali’ye Allah tarafından verilmiş bir hak olduğu halde bu hakkın çağdaşları tarafından gasp edildiği iddiası arasındaki fark gözden kaybedilecek bir fark değildir. Hz Peygamberden sonra halifeliğin secimle yapılmasının meşru olduğunu ve hilafet hususunda gökten inen bir emir bulunmadığını bize Hz Ali kendi şöyle demektedir.
“ - Ebu Bekr’e, Ömer’e ve Osman’a biat ettikleri gibi bana da biat ettiler hazır bulunanaların seçmeye, bulunmayanların da red etmeye hakları kalmamıştır.
Şura ancak Muhacirler’le Ensar’ındır. Bir kişi üzerinde anlaşıp onu imam olarak tanıdılar mı, Allah’ın rızasını almış olurlar. Onların emrine itiraz edecek veya başka bir yön gösterecek olan olursa, onu yola getirmeye çalışırlar. Aksi takdirde müminler doğru olmayan bir yolu tutmasından dolayı onunla savaşırlar!...” Bu hususta Allah ın emri olmadığının Ali tarafından bir başka tescili ise; Hz. Abbas Ali’ye “Uzat elini sana biat edeyim”. Dediğinde, Hz Ali “İnsanlar peygamberin amcası yeğenine biat etti derler”. Deyip bu teklifi kabul etmediği muteber bütün tarih kitaplarında mevcuttur. Bu konuda bir emir olsaydı bunu elbette ki Ali bilirdi. Bildiği halde böyle davrandıysa Allah ın emrine karşı gelmiş olurdu. Bu durum Ali ye yakışır bir durum mudur?. Hz Ali’ye verilmiş bir hak var idi ise; o hakka sahip çıkmamak, ya da çıkamamak, hakkını savunmamak, pısırıklık etmek, korkarak saklanmak, takiyye yaparak yalancı durumuna düşmek, hiç ona yakışır bir vasıf mıdır? Kim böyle bir Ali yi sevebilir. Haşa bu kötü vasıflar hiç O Allah ın aslanına yakışır bir şey midir?. Şia felsefesinin islamın kutsal değerleri tarafından desteklenir bir tarafı yoktur. Olamaz da. Yoksa islam kendi içinde çelişkiler yumağı olur. Bu nedenle de bu felsefenin tarihi gerçeklerini bilenler İslamı gerçek anlamda kavrayan ilim adamları tarih boyunca şia felsefesine cevap verme gereği bile duymamışlardır. Çünkü muhatap alınacak doğrulukta ve fikirde bir kişilik bulmak mümkün olmamıştır. Karışınızda neyle karşılaşacağınızı asla bilemezsiniz. Size görünüşte hak verir, ice döndüğünde sözünden cayar. İlim diye uydurmaları tarihi safsataları ortaya sürer. Tevilleri yorumları tarihi gelenekleri dinin merkezine koyar. Yani onlarla neyi tartışacağınızı bilemezsiniz. Hangi konuda uzlaşacağınızı anlayamazsınız.
Amaç eğer doğruyu araştırma ve orda karar kılmak olsaydı, 1148 de Nadir Şah zamanında bu amaçla yapılan küçük bir şurada tespit edilen taraflarca onaylanıp ilan edilen gerçekler herkesçe benimsenirdi. Şiacıların amaçları hiçbir zaman doğruyu bulmak adına değil doğruyu bulandırmak kafaları karıştırmak ondan sonra kendi doğrularını şırınga etmekten geçer bu tarihte de bugünde böyledir. Kendi çıkmazlarını ayet ile ispatladığınız zaman size söyleyecekleri ilk şey
“Bu ayetleri sizler anlayamazsınız bunun Batıni manası var bunu ancak Hz Ali ve diğer imamlar anlar.” Yani bizler anlarız derler. Çünkü ayetleri onlardan başka anlayacak kimse yoktur.
Peki Allah bu kitabı raflarda dursun anlaşılmasın imamlar anlasın da bizlere anlatsın diye mi gönderdi!?. Pekiyi bize bunu anlatacak imam nerede, İmamların bu konularla ilgili anlatıları nerde?. Madem bir imamlık müessesi var bin iki yüz yıldan beri neden imam bizleri aydınlatmıyor. Bu imamlar nerede? Var olan bir şey, inanılması gereken bir akide ortadan kaybolur mu? İmamsız bir devir olur mu? İmamın olmadığı yada imamdan uzakta kalındığında insanların hali ne olur? Eğer bu imamlar toplumun önderi ve yöneteni olarak gönderilmiş se neden Hz Ali ve Hz. Hasan dan başka birisi toplum yönetimini ele alamadılar. Eğer alamayacak idiyseler neden alamayacakları şeye iman edelim. Allahın bu konudaki iradesinin önüne insanlar geçebilir mi? Cahiliye döneminin en karanlık dönemlerinde Hz Peygamber aracılığı ile Cenabı Allah ın iradesinde hiç yanılma ve sapma olmadan islam nasıl doğdu ve muzaffer olduysa, imamet konusundaki Allah ın iradesinde bir değişme mi oldu?. Yoksa insanların değişebileceğini Cenabı Allah önceden fark edemedi mi?! denmek isteniyor? Bu konuda Şiacıların cevaplandırılması gereken binlerce sorular üretilebilir.
Ali’nin Peygamber’in ilk halifesi olması hususunda ilahi bir emir mi vardı; yoksa bu, Resulullah’ın şahsi arzularından bir arzu muydu? İmam Ali, bu hususda Allah’tan bir emir olmadığını söylüyor. Ali’nin çağdaşları da bunu söylüyorlar. Büyük kayboluşa kadar devam eden inanç, büyük kayboluşla birlikte Şia’nın en önemli akidelerinden sayılmaya başlandı.
İmamet mevzuunun kimin hakkı olduğu konusundaki düşüncenin ele alındığında teferruat da saklı olan ancak olayın boyutunu değiştiren çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Ki Şiacılar bu noktayı gözden kaçırmaya çalışmaktadırlar. İmam Ali ve beraberindekilerin Resulullah’ın halifesi olması hususunda öncelik hakkı nın Ali de olduğu ve fakat Müslümanlar’ın başkasını seçtiği görüşü ile Hilafet’in Ali’ye Allah tarafından verilmiş bir hak olduğu halde bu hakkın çağdaşları tarafından gasp edildiği iddiası arasındaki fark gözden kaybedilecek bir fark değildir. Hz Peygamberden sonra halifeliğin secimle yapılmasının meşru olduğunu ve hilafet hususunda gökten inen bir emir bulunmadığını bize Hz Ali kendi şöyle demektedir.
“ - Ebu Bekr’e, Ömer’e ve Osman’a biat ettikleri gibi bana da biat ettiler hazır bulun anaların seçmeye, bulunmayanların da red etmeye hakları kalmamıştır.
Şura ancak Muhacirler’le Ensar’ındır. Bir kişi üzerinde anlaşıp onu imam olarak tanıdılar mı, Allah’ın rızasını almış olurlar. Onların emrine itiraz edecek veya başka bir yön gösterecek olan olursa, onu yola getirmeye çalışırlar. Aksi takdirde müminler doğru olmayan bir yolu tutmasından dolayı onunla savaşırlar!...”
Meselenin bir başka cephesinde Peygamberimizin şahsi arzuları ve istekleri ile Cenab-ı Hakk’ın emriyle alakalı yönü bir birinde ayırt etmek gerek. Yani Resulullah’ın bir insan olduğunu hesaba katarak onun kişiliğindeki bu iki yönü birbirinden ayırmamızın, Peygamber’in ilahi veçhesi ile şahsi cihetini birbirinden tefrik edebilmemize büyük katkısı olacaktır. Böylece Peygamber’in ilahi emirlerin icabı olarak söyledikleri ile bunlarla ilgisi olmayan sözler ve fiiller arasındaki farkı her zaman belirttiğini öğrenince, şahsının ve nefsinin yüceliğini bir kere daha anlayacağız. Kuran-ı Kerim Peygamber sav. hakkında şöyle diyor:
“O arzusuna göre konuşmaz. O’nun bildikleri vahyedilenden başka bir şey değildir. Çünkü onu kuvvetli ve üstün yaradılışlı biri öğretti.”
Şüphesiz ki; burada Peygamber’in islami hükümleri tebliğ ederken daima vahye isnad ettiğini belirtmek istiyor. İslam’a Hz. Muhammed’in sav. Peygamberliğine ve O’na nazil olan Kuran’a iman şartı da budur.
Ancak Kuran-ı Kerim Peygamber’in hususi arzularından bir arzu ile ilahi olan emir arasında temel farkı beyan etmek için “itap ayetleri”yle bazen de “men ayetleri”yle açık ve sarih bir şekilde duruma katiyet vermiştir. Yani islam anlaşılması için gönderilmiş bir dindir. insanların kafasında zaaf bırakacak kör noktalarla dolu bir anlayış yoktur. Ancak insanlar kendileri hakikatlerin üzerine kapatarak kör noktalar oluşturabilirler.

İmamın mertebesi ile alakalı şianın görüşü incelendiğinde, bunların herhangi bir delile dayanmadığı, bilâkis bâtıl olduklarına dair delillerin bulunduğu anlaşılacaklardır. Zira Hz. Muhammed (S.A.V.) îslâm şeriatını tümüyle açıklamıştır. Bu husus¬ta ALLAH Teâlâ şöyle buyurur: «Bugün size dininizi tamamladım...» Maîde suresi âyet 23

Eğer Hz. Muhammed (S.A.V.) İmamilerin iddia ettikleri gibi herhan¬gi bir şeyi gizlemiş olsaydı, Rabbinin, kendisine tebliğ etmesini em¬rettiği dini tebliğ etmemiş olurdu. Bu da mümkün değildir. Ayrıca hatalardan beri olmak ancak peygamberlere mah¬sustur. Peygamberlerden başkasının masum olacağına dair herhan¬gi bir delil yoktur.

Ehl-i Sünnet'e göre, Peygamberlerden başka masum yoktur. Halife olan ve olmayan kimselerin hata etmeleri, günah işlemeleri ve tevbe etmeleri caizdir. Günahları, Tevbe ile ve iyilikle silinir. Resûlullah (s.a.v) on kişiyi cennetle müjdelemiştir. Onların cennetle müjdelenmesi, günah işlemediklerine değil, Allah'ın onları mağfiret ettiğine delildir. Farz edelim ki, hatadan korunmak için, masum birine ihtiyaç vardır. Bu takdirde, her beldede bir masumun bulunması gerekir, çünkü bir masum bütün beldelere yetmez. Naib tayini, hatanın caiz olmasını önlemez. Dini bilgileri öğrenmek için de masum birine ihtiyaç yoktur. Çünkü öğretmek ismetle değil, Peygamber veya Kitap aracılığıyladır. İmam, şeriata tabi olduğu sürece ona uymak gerekli olur. Şeriata muhalif hareket ederse ona uyulmaz. Bu takdirde red ve inkâr edilir... Kısaca, Ehl-i Sünnet'e göre Peygamberlerden başka masum yoktur."
Eğer Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna samimi olarak inanılıyorsa, bütün mezheplerin atalarından devraldıkları rivayetleri Kur’an ışığında inceleyip uymayan hususları uydurmaya çalışmak yerine, tevilleri tevil ederek merkezden uzaklaşan inançlara batıni manaları referans vererek, gereksiz tevillerle durumu kurtarmaya yönelmeden bunları tamamen yok saymaları gerekmez mi? Bu sapma ve saptırmaların dinin gerçek bir emri gibi algılanmayıp dinin merkezine yani kuran a yönelmek gerekmez mi?. Rivayetlere dayalı inançların bir çoğu çelişkilerle dolu olduğu gibi, Kuran’a uymayan, Kuran’a karşıt birçok hususların da ihtiva ettiğini her zaman görmek mümkündür. Bir takım amaçlar çerçevesinde veya farklı inanç geleneklerinin versiyonu olan bu rivayetlerden din olmaz. Çelişki olur kargaşa olur. Kavga olur Dindeki bazı asıl meselenin yerini gölgeleri alır. Ümmet Kuran dururken asla tevillerde yorumlarda birleşemez. Kimsede bu uydurmaları Kuran ın anlamı diye yutturamaz. Cahiller müstesna.! Kısacası Kuran’ı merkeze almayan yorumlarla dini anlayışların oluşturulması sonunda islam coğrafyasında islam dışı şu anlayışları görmek mümkün olur.
Seçilmiş Devlet Başkanı yerine babadan oğula devredilen Kraliyet, Kûr’an yerine, rivayetler, keyfi şahıs sözleri, felsefi görüşler ve tağuti uygulamalar.
İslâm birliği yerine, mezhepler ve fırkalar. Açık Kûr’an öğretisi yerine, batini öğreti.
ümmet anlayışı yerine ırkçılık. Takva ile üstünlük yerine, soy sop üstünlüğü.
Namaz yerine, sema, raks ve çalgı aletleri. Kabe yerine, türbelerin tavafı
Allah'a iman ve Allah’ın birliği yerine, Allah’ ortaklar peyda etmek, Allah’ın yetkilerinin tamamen yada kısman gökte ucan şeyhlere imamlara Kutuplara devredilmesi, Allahtan beklenmesi gereken beklentilerin başkalarından beklenmesi, bir takım tabuların Allah yerine konulması,
Zekât ve Sadakalar ihtiyaç sahiplerine değil dini saltanat aracı olarak kullananlara mali desteğe dönüşmesi, Helal ticari kazanç yerine, faizcilik ve karaborsacılık yapılması,
Aktif, adaletli ve çalışkan toplum yerine, hak gözetmeyen pasif ve tembel toplum.
Allah’ın “Akıl etmez misiniz?” emri gereğince düşünen toplumlar yerine
akıl etmeyen, aklı küçümseyen beynini kiraya veren, sadece kulağına fısıldanan kadar yada eline tutuşturulan kağıttaki yalan yanlış bilgiler oranınca düşünebilen bir yapı, Gayba imanı sulandırıp keyfi iddialar ve falcılığa dönüştürme, Peygamber yerine imamlık müesseseleri gibi ne olduğu net olmayan bir takım inançların getirilip dinde olmayan, dinin etkisini yok eden, dini ortadan kaldırmaya yönelik olan argümanlar gelişir.
Son zamanlardaki Kuran merkezli düşünce tabiri sözü ve kullanıcıları insanlarda bir rahatsızlık meydana getirmeye başladı. Bunlardan rahatsız olanlar kuşku duyanlar tamamen haksız da değillerdir. Bugün kuran merkezli sözlerini çok kullananlara baktığınızda; sizin inandığınız tevhit inancına öyle bir uydurma yaklaşım sergiliyor ki şaşırmamak mümkün değil. Kendi kendinize hiç düşünmediginiz akletmediğiniz bir yaklaşımla size belden aşağı vuruyor. Sizi allakbullak etmeye calışıyor. HZ Peygamberi, tanınmış kabul görmüş büyük alimleri hatta sahabeyi bir çırpıda silerken sonuçta kuran anlayışı diye, yine kendi nefsini ortaya koyuyor. İnsanları mevcut inançlarından koparırken, Kuran merkezli düşünceye götürüyoruz iddiasında bulunanların kendi düşüncesini kuran ın merkezine koyduğunu görüyorsunuz. Yani kurana gidiyorum derken, Hz peygamberi görmezden gelip kendi egosu içinde debelenenleri kendi nefsanî anlayışını kuranla örtüştürdüğünü, burada ben de varım dediğini görüyorsunuz. Bunların dışında "Kur'an Müslümanlığı", "Kur'an'a yöneliş hareketi", "Kur'an bize yeter" söylemleri, "Selef Müslümanlığı", "Ehl-i Hadis Müslümanlığı" ve "Mezhepsizlik" gibi islamdaki bazı kavramların birbirinden ayrıştırılmaya çalışıldığı bariz bir gerçektir. Tarih boyunca islama hizmet etmiş islamı dünyaya yaymış anlayışın son üç yüz yıllık temsilcileri hizmet anlayışının özünden kopmuş ve şekilcilik içinde çıkış yolu bulamamaları bahane edilerek bütün saldırılar anlayışın kendisine yöneltilmiştir. Burada doğru niyet aramak mümkün değildir. Ya gafletten kaynaklanan bir şey var ya da nefsin bir oyunu. Sanırım bu ikisi de etkili görünmektedir. Konulara çağdaş düşünce ekseninde yaklaşan bu gruplar İslam dünyasındaki geri kalmayı da, bir zamanlar islamı dünyanın önderi yapan anlayışa yıkmak istemektedirler. Bunun arkasından insanların kime güveneceği sorusu geliyor. O zaman asla şu unutulmamalı. Hz peygamber kuran merkezinin dışında değildi. O merkezin tam ortasındaydı. Kuran merkezli demek Peygamber anlayışı demektir. HZ Peygamberin olmadığı bir yerde KURAN merkezi de yoktur. Peygamberin olduğu yerde de sahabe vardı. Bunların üçü de birbirinin tezadı değildir. Bazıları da HZ peygambere de tamam diyorlar ama O’na da kendilerince bir sınır getiriyorlar. Sahih söylemlerini bulandırmaya, yok etmeye ortadan kaldırmaya yönelik ne söylenmesi gerekirse onu söylüyorlar. Yani bir şekilde HZ Peygamber sünneti ve sözleri dışında, Kuran’ı istedikleri gibi tevil ederek bir inanç ortaya koymaya calışıyorlar.

Bu yanlış inançlara müptela olup toplumların bölük pörçük hale getirilmesine katkı sağlayanlara, nefsani arzularından dolayı ayrımcılık çıkartanlara Cenabı Allah şunu demiyor mu?
- Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir. 6/159

- Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın 30/31

- (O ortak koşanlardan olmayın ki onlar), dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip (parti) kendi yanındakiyle sevin(ip övün) mektedir. 30/32

- Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kûran ile) onlara karşı büyük cihad et 25/52
İslamda fitne hareketleri malesef ki tek boyutlu değildir. Her yerde her cephede farkında olarak yada olmayarak bunu yapanlar mevcuttur. Esas konumuza dönersek;

Hz Peygamber kimin halife olması gerektiğini veda hutbesindeki yüz binin üzerindeki topluluğa açıkladı ise, onca insan bu hakikati neden sakladı neden sustu? Hz Peygamberin vefatından hemen sonra idareciyi seçmek üzere toplanan cemaatten her hangi birisi çıkıp da, halifeyi seçmek bizim belirleyeceğimiz bir husus değil, bu şu ayette belirlemiştir, onunda da Hz Ali olduğunu Hz Peygamberimiz tarafından söylenmiştir diye neden müdahalede bulunmadı? Yoksa HZ peygamber yanlış insanlarla mı arkadaşlık dostluk, akrabalık etti. Basireti bağlımıydı? Gerçekleri görüyordu da korkusundan mı saklıyordu? Yoksa arkadaşları Hz peygamber zamanında öyle değil idi de hemen vefat edince mi bozuldular? En zor şartlarda canları pahasına imanlarından zerre kadar taviz vermeyen insanlar nefislerine uymazken, daha kolay şartlarda içinde ölüm kalım olmayan bir davada mı imanlarını sattılar? Ne oldu bunlara? Bunlar birden bire küfür batağına mı girdi!? Bütün bu insanlar ilk günden itibaren mi haşa zındıklaştı? Bu iddiayı doğrulamak adına uydurulan yalanlarda mantıksızlığa inanmak için bahaneler üretmek mi gerçeği görmek. Bu aklın mantığın izanın alacağı bir şey mi? Bu atılan iftirayı doğrulamak adına ellerinden geleni yapanlar tarihin ap açık hakikatlerine nasıl gözlerini nasıl kapalı tutarlar Allah basiretlerini açsın demekten başka cıkış yolu da yok galiba.

Bu sürecin içinde Yahudi asıllı bir takım insanlar masum bir ehlibeyt sevgisi içinde olan şiilerin arasına girip, Ehl-i beyt için kavga veriyor gibi görünüp ve bu yolla birçok yalan, hurafe ve sapıklığı Şiiliğe soktuklarını göz ardı etmek onlara inanıyor görünmek anlaşılan birilerinin işine geliyor
İmamet inancınının bir kısım alimlere getirileri ile Şiilikte imam imparatorluğunun neden hiç sarsılmamasına gelirsek; şii inancında toplanan verginin beşte birinin imamlara verilmesi hususu ile toplanan zekatın fakirlere doğrudan değilde imamlar vasıtasıyla verilmesi meselesi irdelendiğinde ortaya çıkacaktır.
Şia toplumlarında fikri ve sosyal gerilmelerin çok olduğu bunun sebebi de mezhep liderlerinin peşine düşüp hiç sorgulama yapmadan sosyal ve manevi hayatlarını düzenlemeyi onlara vermelerinden kaynaklanmaktadır. Tabi bunların içinde farklı olanlarıda söylemek gerek.
Ancak bu liderlerin çoğunluğu “Büyük Kayboluş” tarihinden günümüze kadar, Şiiler’in akıllarındaki fikri bidatı kontrollerinde tutmaktadırlar. Şurası hakikattir ki, bu liderlerin fikirlerinin sınırlı kapalı olması, Humus adı altında Şiilerin mallarından elde ettikleri mali imtiyazlar ve Şiileri kontrollerinde tutacak mutlak güce sahip olduklarını iddia etmeleri gözlerdeki perdenin kaldırılmasını ve Dünya malına tenezzül etmeden vazgeçmelerini engellemiştir. Tarihten günümüze kadar Şiilerin mezhep liderleri kendi cematlerinin uyanmasını engellemiş onlarla alay edercesine oynamışlardır.
.
Bu hususu daha önçe şii olan bir mazlumun Şiilikten neden kaçtığının ifadesi bizi aydınlatacaktır. Hikayeyi nakleden Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş
Alıntı aynen nakledilmiştir.
“Bağdad'da önce şii iken sünni olan bir gencin anlattıklarına ve benim de bizzat Bağdad ve Necef teki müşahedelerime göre şia arasında dini inanç ve tatbikat şöyledir:
1- Dua: Şiaya mensup her fert oturur, kalkar "Ya Ali" ve "Ya eba'l- Hasan al-avnu mink: Ey Hasan'ın babası, yardım sendendir", "Ya eba'li ğays ğisni Ye ya Ali edrikni: Ey yardımcı hana yardım et, ey Ali bana yetiş", "ya hadıra'ş-şeddih ya Eba'I-Hasan Ali: Ey dar zamanlarda yetişen, ey Hasan'ın babası Ali" gibi hitaplarla Hz. Ali'den istimdat ederler. Hz. Ali gibi öteki imamlardan da yardım isterler ve her birine ayrı özellikler verirler. Örneğin: Hz. Hasan'ı ziyaret etmenin vacib ve Beytullah'ı haccetmeğe bedel olduğunu söyler, onun adiyle yapılan duanın kabul edileceğine inanırlar. Ahbas ibn Ali (r.a.) nin delileri ve bunakları iyi ettiğine inanırlar, şifa bulmak için çeşitli yerlerden kabrini ziyarete gelirler', adaklar adarlar. Adağını yerine getirmeyenin başına bela geleceğine, fakir düşeceğine inanırlar. Ziyaret esnasında şöyle yalvarırlar: Ya Eba ra'sal-harr, ya Ebiı'l-Fadl al-Abbas, ya Kamera beni Haşim: Ey sıcak haşın babası, ey Fadl'ın babası Ahbas, ey Haşim oğullarının ayı". İki hasım, gerçeği ispat için Hz. Abbas'ın huzurunda yemin eder. Türbenin önüne oturur, Hak adına Ye onun adına and içerler. Huzurunda yalan yere yemin edenin deli ve bunaklık gibi bir kötülüğe yakalanacağına inanırlar.
İmam Musa Kazım'ı, "İhtiyaçların görüldüğü kapı" diye nitelerler. Onu ziyaret edenin dileği olur, derler. Türbesi, dileklerinin olması için her taraftan gelen ziyaretçilerle dolup taşar. Bu tür inançları orada bulunan görevliler de kuvvetlendirmeğe çalışırlar. Halkın dikkatini çekmek için türbelere özel sıfatlar verirler, onları ziyarete teşvik edici sözler söylerler. Tabii ne kadar ziyaretçi gelse hizmetlinin o kadar yararı vardır. Dileği yerine gelen kimse türbedara ya bir koç, ya da para verir. Adağını ona bırakır .. Orada bulunan hizmetliler, ziyaretçilerden bir şeyler koparabilmek için riyakar, yalaka bir yüzle ziyaretçilerin etrafında dört dönerler. Hatta bazen teberrük için ziyareti makbul olsun
diye ziyaretçiyi türbenin demir parmaklığına bağlarlar. Türbeleri ziyaret etmenin de kendine özgü adabı vardır: Ziyaretçi, de kapıdan eğilerek ve essela mü aleyke ya seyyidi ve ya mcvlaye ya hadıra'ş-şedaid ya Eha'I-IIasan Ali" diyerek girer. Kabre
yaran iç kapıya gelince kapıyı öper, eşiğin sol tarafına geçip eşiği öper, dua eder, dilek diler, kendisini Allah'a yaklaştırmasını, kıyamet gününde kendisine şefaatçi olmasını imamdan ister. Kabe etrafında döner gibi türbenin etrafında döner. Türbenin parmaklıklarına ellerini sürer, öper. Tiirhede namaz kılar. Fakat namazda kabri, arkasına veya yanına değil, önüne alarak kılar. İmamın kendisine imamlık yaptığına inanır. türbenin önünde namaz kılmak caiz değildir. Tabii namaz kılarken citeki
Ziyaretçiler önünden gelip geçerler. Bir sıkıntı zamanında Hz. Ali'den istimdad ederler. Hz. Ali, sıkıntı ve LeUıları açan, belaları savan, dar zamanlarda yetişendir. Hasta şifa
hulmak için, hamile kadın kolay doğrıırmak için Hz. Ali'den yardım ister.
2) Namaz: Şiaya göre secde yalnız temiz toprak üzerine yapılır . En temiz toprak, Kerbela toprağıdır. Onun için secde yerine kerbela çamurundan yapılmış, türbe dedikleri ufak bir şey koyar, onun üzerine secde ederler. Bu türbenin, Hz. Hüseyin 'in kanıyla sulanmış toprak olduğuna inanırlar. Bu aynı zamanda Ca'feriliğin bir sembolüdür. Bunu ceplerinde taşırlar. Şayet Iıu yoksa bir yaprak veya toprak üzerine secde ederler. Bu toprak onlarca mukaddestir, ayakla çiğnenmez. Hatta
bu toprağın hastalıklara şifa olduğuna, acıları dindirdiğine inanırlar. Cemaatle namaz kılarken akıl almaz bir bid'atleri daha vardır: Önde, imamın karşısında büluğa ermemiş hir çocuk oturur, "Allahü ekher" dcr, cemaat namaza başlar. Çocuk "Allahü ekber" der, cemaat rükü ve secdeyc gider. Cemaat, Lu çocuğun verdiği komutlarla namazı
kılar. Yalnız Necef'tc dikkat ettim, cemaat namaz kılarken bu çocuk elleriyle oynuyor, bir şeyler yapıyordu. Ayrıca yazın şiddetli sıcaklarda imamın önünde bir adam durur, yelpaze ile imamı serinletmeğe çalışır. İmamiyye ye göre de namaz beş vakitti •.. Fakat bazı hadislere dayanarak öğle ile ikindiyi; akşamla yatsıyı birlikte kılarlar. "Beş vakit kılmak eftaldir. Fakat iş güç sahiplerine kolaylık olsun diye beş namazı üç vakitte kılmayı tercih ediyoruz" diyorlar.
3) Zekat: Zekat nasıl toplatılır ve dağıtılır? Şiilere göre zekatı bizzat mal sahipleri fakirlere verilmesi caiz değildir. Mal sahibi, zekatını alimlerden birine verecek, o da bunu fakirlere dağıtacaktır. Çünkü alim, fakirleri daha iyi bilir. Irak, Kuveyt, İran, Pakistan, Arap Körfezi emirlikleri ve diğer İslam ülkelerindeki Şiilerden toplanan zekatlar, dağıtılmak üzere Necef'teki şii âlimlerine getirilir. Gelen zekat miktarı, adaletle dağıtılsa, bütün yoksulların önemli ihtiyaçlarını karşılayacak derecede çoktur. Acaba bu paralar fakirlere kayikiyle dağıtılır mı? Hayır. Biraz zekat alıp ihtiyaçlarını karşılamak için gelen fakirler, bu alimler tarafından asık suratla karşılanır ve eli boş döndürülür. Bu paraların çoğu, muhterem şeyhlerin kendi ailelerine ve yakınlarına sarf edilir. Bu alimlerden hangisi. nin evine gitseniz büyük konfor içinde yaşadıklarını görürsünüz. Her evin bir yüzme havuzu vardır. Yazın, kadın erkek, çoluk çocuk burada
yüzerle özel otomobili ,"ardır. Zira muhteremleri yaya camie gidemez, yaya yürümek,
hazretin şerefine yakışmaz. Peki bu köşkleri, arabaları, bu lüks hayatı nereden buldular? Kendi alın teriyle mi kazanıp satın aldılar bunları? Kendilerinin din ticaretinden başka bir sanatları var mı? Hayır. Onlar, gelen zekatleri bu lüks hayatı sürdürürken, zekatın asıl müstahikleri fakirlikten inlemektedirler. İmamlardan sonra Müslümanların halifesi olduklarını iddia eden bu adamlar, neden beytülmalin lambasını, kendi özel işlerinde yakmayan, Müslümanların bir iğnesi dahi kendi zimmetine geçmesin diye titreyen Hz. All gibi hareket etmezler? Zekatı zimmetine geçiren, nasıl imamın halifesi olduğunu iddia edebilir?
Not: Bu sözler, bizzat Bağdat'lı, önce Şii iken sonra sünnı olan gencin
sözleridir? Özetle tercüme edilmiştir.r. Yemeleri, içmeleri gayet lükstür. Her birinin en güzel markadan(Süleyman Ateş İmamiye şiasının tefsir anlayışı 171-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder